NECİP FAZIL KISAKÜREK
Hüseyin Gök
24 Temmuz 2014 Perşembe 19:29
Birazda olsa, küçük bir katkıda olsa Necip Fazıl’dan başlayalım.
Kafdağı'nı Yüklenen Toz Kanatlı Kelebek: Necip Fazıl
Bir şair için en kötü şey, sadece birkaç şiiriyle tanınması, bu şiirler dışında şair ile ilgili hiçbir şey bilmeyişimiz. Düşüncesi ne? Amacı ne? Gibi sualleri kendimize sormadan “bu şiir güzelmiş” deyip üstü kapalı bir şekilde hissiyatlardan uzak durmamız, şairin birkaç şiiriyle yetinmemize sebep oluyor. Acaba bu zamana kadar herhangi bir şairi en ince detaylarına girecek şekilde inceledik mi? İşte bizim eksiklerimiz burada başlıyor. Bu düşünceler de şairleri etkisi altına alıyor ve kendilerini kanıtlama düşüncesi içerisine giriyor. Şairler bir toplumun haykıran sesi, gören gözü, duyan kulağıdır ve en önemlisi de vicdan aynasıdır. Bazıları bunun dışında kalsa bile hassas ruhlarıyla farklı âlemlerden aldıklarını, bize şiir diliyle aktarırlar. Bu mânâ çerçevesine giren şairler birkaç şiire hapsedilmeyerek bir bütün olarak değerlendirilmelidir.
Cumhuriyet devri Türk şiirine nefes almasını sağlayan Necip Fazıl Kısakürek, son dönemde yapılan çalışmalarla hak ettiği yeri almışsa da, onun halk tarafından tanınması Sakarya Türküsü, Zindandan Mehmet’e Mektup ve Kaldırımlar olmuştur. Necip Fazıl’ı bu üçgende tanıyıp, belli bir kalıba hapsetmek, şairin diğer fikirleri hakkında bilgi sahibi olmamızı engeller.. Bizce Necip Fazıl’ı esas sanatkâr ruhunu aksettiren diğer şiirleriyle değerlendirmek icap eder.
Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim
Toz kanatlı bir kelebek edasıyla Kafdağı’nı omuzlayan şairimiz 1905’te, kocaman bir konakta doğar. İlköğrenimini yaptıktan sonra Fransız Mektebi ve Amerikan Koleji gibi okullara devam eder. Orta öğreniminden sonra Mekteb-i Fünun-i Bahriye’ye kaydolur. Öğrenim gördüğü bu okul bir yıl uzatılınca burayı bırakarak Dârü’l-Fünûn’un felsefe bölümüne kayıt yaptırır. Bu yıllar da Şair ruhu, onu şiir yazmaya zorlar. Yazdığı şiirlerin bir kısmını dönemin edebiyat üstadı Yakup Kadri’ye gösterir. Bir taltif olarak şiirleri bir süre sonra devrin sanat ve edebiyat alanında nabzını tutan ‘Yeni Mecmua’da yayımlanır. Aslında Necip Fazıl’ın şairliği kendi ifadesiyle 12 yaşında, tuhaf bir bahaneyle başlamıştır: “Şairliğim 12 yaşında başladı. Bahanesi tuhaftır. Annem hastanedeydi. Ziyaretine gitmiştim. Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı, küçük ve eski bir defter… Bitişikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış defterde… Haberi veren annem, bir an gözlerimin içini tarayıp ‘senin’ dedi, ‘Şair olmanı ne kadar isterdim!’ Annemin bu dileği bana, içimde besleyip de 12 yaşıma kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü. Varlık hikmetimin tâ kendisi… Gözlerim, hastane odasının penceresinde, savrulan kan ve uluyan rüzgâra karşı, içimden kararımı verdim: Şair olacağım! Ve oldum. O gün bugün, şairliği küçük ve âdi hissiliklerin üstünde gören, onu idrakin en ileri merhalesi sayan ben, bu küçük ve âdi bahaneyi hiç unutmadım.” Aslında patlamaya hazır bir duygunun ortaya çıkması için sürenin dolması anlamındadır annesinin isteği. Zaten şair bir ruha sahip olan, şiiri bir ihsas olarak gören Necip Fazıl için şiirinin ve şairliğinin ortaya çıkmasıdır bu küçük bahane.
Zamanın Millî Eğitim Bakanlığı, yurt dışına burslu olarak talebe göndermek için bir imtihan açar. Kazananların gideceği yer, edebiyatın kalesi olarak nitelendirilen Paris’tir. Edebiyatın kalesi olan Paris’e gitmek için Necip Fazıl da bu imtihana girer. Yıl 1924 Paris’ e geçen şairimiz, meşhur Sorbonne Üniversitesi’ne kaydolur. Yaşamış olduğu fikir bunalımları neticesinde düzensiz bir hayat yaşayan şairimiz okula devam edemez. Fransa’nın gece hayatında bulur kendini. Bu şartlar altında bütün parasını kumarda kaybeden şair, devletin dönüş için verdiği bileti bile aynı şekilde kaybeder. Başarısız geçen bu tahsil dönemi neticesi devlet bursu kesilir. İstanbul yolu görünür şairimize. Yıl 1925’tir. Bu dönüş onun için yeniden doğuşun ilk tohumları olacaktır ileriki yıllarda. Ama henüz filizlenmemiştir bu tohum. Şairin ruhundaki fırtınalar, varlık ve yokluk arasındaki gelgitlerden kurtulamamıştır henüz.
Bir arkadaşının vasıtasıyla ‘Felemenk Bahr-i Sefid Bankası’nda işbaşı yapar. Bir süre sonra Osmanlı Bankası’nın çeşitli şubelerinde çalışır. 1934’e kadar içindeki gelgitlerle yaşayan şair, bir tevafuk eseri durgunlaşmanın ilk yansımalarıyla tanışır. Bir gece çalıştığı bankadan evine vapurla dönerken karşısında oturan ve gözlerini ondan ayırmayan ‘Hızır’ tavırlı bir adam ona, kurtuluş reçetesi yazacak bir hekimin adresini verir. Bu hekim, şairin içindeki iniş çıkışları düzlüğe çevirecek, gelgitleri yutacak, ruhunu sakinleştirip onu hakikat iklimine çevirecek bir zâttır: Abdulhakim Arvasi.
Şairin, “Efendim! Benim efendim, benim, güzellerin güzeli efendim!” diye hayranlık ve aşk derecesinde bağlı olduğu Abdulhakim Arvasi; tam otuz yıl şairin ufkunda bir hakikat güneşi gibi doğar.
Yaram var, havanlar dövemez merhem
Artık, yeni bir hayat başlar Necip Fazıl için. Hayata bakış tarzı değişir. Yeni bir isim arayışı içindedir bu yeni haline. Çünkü heybesi hayat doludur bundan böyle… Tek meselesini sonsuza varmak olur.Artık eskilerde barınamayan şair;
“Kaçır beni âhenk, al beni birlik!”
der yalvarırcasına. Birilerinin çok değer verdiği şairliği, sanatkârlığı dahi istemez:
“Ver cüceye onun olsun şairlik
Şimdi gözüm büyük sanatkârlıkta.”
mısralarıyla bu dönemde şiirdeki gâye ve anlayışını belirler. Artık şiir, Mutlak Hakikat’i aramakta kullanılan bir vâsıtadır onun için.
Necip Fazıl’ın bu dönüşünü hazmedemeyenlerin taaruza geçtikleri görülür. Bir zamanlar Türk edebiyatının gelecek va’d eden genç şairi olarak takdim edilen Necip Fazıl,bu dönüşten sonra. ‘Sâbık Şair’ diye resmedilir bir süre. Fakat şairimiz tenkitlere değer vermez ve kendini hakikat arayışı içerisine sokar. Değişmenin önünde direnmek veya insanı sâbit fikirlerle yaşamaya alıştırmaktan daha büyük bir yobazlık var mıdır yeryüzünde? Ama şunu unutmamak gerekir ki, bu karşı duruşların, altında yatan temel düşünce aydınımızın tarihiyle ve kültürüyle olan yakınlaşmasından duyulan rahatsızlıktır. “Kendi geçmişini bilmeyenler, başka milletlerin şikârı (avı) olmaya mahkûmdur.” Sözüyle zıtlaşma, bizim aydınlarımızın en bâriz vasfı hâline gelmiştir son dönem Türk edebiyatında.
Bütün bu tepkilere kendi çapında göğüs geren Necip Fazıl için, artık yeni bir dünya da bulmuştur kendini. Bu değişim sürecinde Türk fikir ve edebiyat dünyasında yabancı fikir akımlarının sesi çıkmaktadır. Buna bir nebze de olsa “Dur!”demek için, 1936’da ‘Ağaç’ dergisini çıkarır Necip Fazıl. Devrin birçok yazarını bünyesinde barındıran bu dergi birçok sanat ürününün de tanınmasında vesile olur. Mücadelelerle geçen bu dönem akabinde 1943’te ‘Büyük Doğu’ dergisini de yayın hayatına hediye eder. 35 yıl yayımlanan bu dergi, edebiyat ve fikir tarihi açısından ayrı bir öneme sahiptir. Dergiler de çıkan yazıları, kalem kavgaları Necip Fazıl’ın isminin yurdun her tarafında duyulmasını sağlıyordu. Bunun arkasından gelen konferanslar faslı, bütün yurdu dolaşarak sinesindeki hakikatleri nesle boşaltma imkânını veriyordu şaire. Hemen hemen yurdun dört bir yanını dolaşan şair, konferanslarıyla geniş bir kitleye ulaşma imkânını bulur. Konferansları sürerken kendini şiir ve yazıdan da uzaklaştırmayan Necip Fazıl, 1980 yılına kadar on üç yıl süren ve siyasî, kültürel ağırlıklı olan meşhur ‘Rapor’larını fikir hayatımıza armağan eder.
26 Mayıs 1980’de Türk Edebiyatı Vakfı’nca ‘Sultanu’ş-Şuara’ (Şairler Sultanı ) seçilir. Bunu, 1982 yılında ‘Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu’ eseri vesilesiyle aldığı ‘Yılın Fikir ve Sanat Adamı’ mükâfatı takip eder. Artık hayatının son demlerini yaşayan şair, kendini tamamıyla çok önem verdiği eserleri yazmaya adar. Cemiyetteki aksiyoner kişiliği yerini bir tasavvuf dervişine bırakır. İnzivaya çekilir, bir daha çıkmamak üzere küçücük odasına kapanır. Kendisinden fikir almak için yanına gidip gelenleri kabul eder.
Ömrünün son günlerin de 25 Mayıs 1983 gecesinde.
Şu mısralar dökülür dilinden;
“Ben ölünce etsin dostlarım bayram
Üst üste tam kırk gün kırk gece düğün!
Açı doyurmaksa kabirde meram,
Yemeğim Fatiha, günde beş öğün.”
Necip Fazıl da son randevusunun hazırlığı içerisindedir. Ama
“Bilsem nerede, saat kaçta
Tabutumun tahtası, bilsem hangi ağaçta”
diyerek bu randevunun ölüm olduğunu fısıldar kulaklarımıza.
Her şeye küsmüştür şair. Bu dünyada ne varsa renk, nakış, lezzet, ne varsa küstür. Gözündeki son mârifet, Azrail’e tebessümdür. Yahya Kemal’in ‘Sessiz Gemi’ şiirinde ifade ettiği gibi artık demir almak günü gelmiştir zamandan. Meçhule giden bir gemi kalkmaktadır hayat limanından. Yolcusunu almaya kararlıdır. Son gidişte ne mendil sallanır ne de kol. Çok kimse gitmiştir bu sefere; ama seferinden dönen olmamıştır. Sessiz gemiye bu sefer de Necip Fazıl binmiştir ve dilinde şu mısralarla bize el sallayarak mutluluk diyarına doğru yol almıştır:
“Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber…
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?!”
Ver cüceye onun olsun şairlik
Osmanlı’nın son dönemlerini yaşamış, Cumhuriyet’in ilk dönemlerini idrak etmiş Necip Fazıl, tam bir kültür buhranının ortasında kendini bulmuştur. Bir taraftan Trablusgarp Savaşları, bir taraftan Meşrutiyet, bir taraftan Çanakkale ve Millî Mücadele… Cemiyetin en hassas ferdi olan şairlerimizin ruh dünyalarında bir nevi şok tesiri yapmıştır bu tarihî hâdiseler 1.
Fikirleriyle olduğu kadar şiirleriyle de Türk edebiyatında farklı bir yere yerleşen Necip Fazıl, Cumhuriyet sonrası Türk şiirinin kurulmasında temel fonu teşkil etmiştir. Bir yandan Halk şiiri bir yandan da Batı şiiri ölçülerini aynı potada eriterek şiiri, basit hislenmelerden kurtarıp insanın kendi ‘ben’ini arayan bir vasıta hâline getirmiştir. Türk şiirinde yeni bir oluşumu sessiz ve derinden yapmıştır2
Onu sadece bir şair olarak görmemek gerekir; tiyatroları, nesirleri, romanları, hikâyeleri, anıları ve kalem kavgalarıyla da bir devre ışık tutmaktadır Necip Fazıl. Bu mevzuda mutlaka söylenecek çok söz vardır. Necip Fazıl’ı en iyi tanıyan ve yorumlayanlardan olan son dönem Türk edebiyatının şair ve mütefekkirlerinden Sezai Karakoç’un şu nefis yorumuna kulak verelim bir de: “Necip Fazıl’ın şiirinde asıl özellik, gerçeği arama ve ona vararak üstün ruh erginliğine, ebedilik tadına varma olunca ‘Çile’ şiirinin tahlili, bütün şiirinin anahtarı olabilecek demektir.(…) Çile şiirinin Necip Fazıl’ın daha önceki şiirlerine bakan bir yüzü, daha sonraki şiirlerine bakan bir başka yüzü vardır. Daha doğrusu sanki dört bölümlü olan şiirin birinci ve ikinci bölümleri yer yer daha önceki şiirleri benliğinde, belli belirsiz özetlemiştir. Son bölümü de gelecek şiirlerinin bir habercisi, bir prologudur. Çile’nin birinci bölümünde içinde bulunulan ve sanki hakikatmiş gibi benimsenen peşin hükümler ve alışkanlıklar dünyasının yıkılması ve bu yıkılıştan duyulan acı anlatılmaktadır. İkincide bunalıma düşen ruh, artık eşyanın, varlığın ve var oluşun sırlarını aramakta ve bu arayışın ölümden beter azabını dillendirmektedir. Üçüncü bölümde şair hakikati bulmanın ve bunalımdan kurtulmanın metot ve çarelerini arar gibidir. Mesafeler ve yolların insanı aldatışı, büyücünün hıncı, aynaların geçen zamana eş verdiği ızdırap, lügat kavramıyla sembolize edilen bilginin yetersizliği, tabiatın insanın içindeki iniş ve çıkışlardan daha basit bir yapıda oluşu, yani insan giriftliğinin dış dünyayı aşması, umudun bunlarda olmadığını bize göstermektedir. Fakat son bölüm bir var oluş bunalımına sürükleyen gaiplerden gelme sesin bu kez aydınlıklarla ansızın ‘ben’i sardığını ve ezel fikri ve ebed duygusuna götürdüğünü, ansızın mâvera perdelerinin yırtılarak insanın hakikatin kucağına düştüğünü, artık insanın Samanyollarından daha ötesiyle deniz dibindeki incilere sahip çıkarcasına en değerli tutamak olan ebedî olmaya yönelmesi gerektiğini, yani Allah’ı bulmak ve ondan asla ayrılmamak için yeni, büyük ve ulu hayatına başlamasıyla kurtulabileceğini Türk şiir tarihinde unutulmaz bir poetik bütünlükteki kıtalarla anlatmaktadır.(…) Halk şiiri motiflerinden, eşyanın ötesinde bekleyen mesaja giden ve ondan yeniden topluma dönen Necip Fazıl şiiri, uygarlığından soyulmuş bir toplum için, uzun vâdede yeni bir kurtuluş umudunun kaybolmadığını, eşyanın ezildiği yerden mistik, tarihin koptuğu yerden metafizik kurtuluş çizgilerinin fışkırdığı ruhun uyanışı şiiri oluyor. Necip Fazıl şiiri merkez alınmadığı için Cumhuriyet sonrası şiirimizin gerçek yorumu yapılamamıştır. Toplumdaki ekmek kavgası, ne Orhan Veli şiirini ne de bu Nazım Hikmet özentili şiiri kurtarabilmiştir. Çünkü toplumumuz ekmek derdini bile lirik ve daha doğrusu poetik plânda, en soylu dolaylı anlatıma kavuşturacak bir mizaçtadır. Bin yıldır var oluş davasını ekmek kavgasının çok üstünde yaşamış bir toplumu, tarihsiz, geçmişsiz, onursuz bir toplummuşçasına dile getirmeğe imkân yoktur… İsterse o toplum gerçekten aç olsun. Onun açlığında tarihin sıkıntısı vardır. O, ekmeğin içinde bile tarihe acıkmışken, tarihini bile ekmeğe acıkma şeklinde anlatma, bu toplumu anlamama ve onun ruhuyla gerçek bir bağ kuramama demektir. Hattâ böyle bir bağ kurabilmenin bütün imkânlarını da kaybetmek demek.” 3
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2010 Haber Bölge
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.